ÖLÜMÜN PARMAK İZLERİ

‘’Adını ‘ölü’ koydular sessizce. Doktorların ağzından çiğnenmiş sakız gibi çıkıveren o hece yüzünde patladı: ‘Ex!’ Eksildi dünyadan. Başkasının üzerine kolayca yapışırdı ‘ölü’ etiketi. Hep başkalarının öldüğünü görmüştü ömür boyu. Başkaları, hep başkaları. Değişen bir şey yoktu aslında. Başkalarına göre ölen yine bir ‘başkası’ydı. Kendisi." diyor Senai Demirci Öldüğüm Gün isimli kitabında.

Hayatın anlamı söz konusu olduğunda da ilk maddedir ölüm. O olmadan yaşamın anlamını kavrayabilmek mümkün değil. Seküler dünya insanına göre yanıltıcı ve ürkütücü olsa da, ölüm hayatın ikiz kardeşi. Yaşamı renklendiren diri renk. Ruhu şekillendirici bir kuvvet. Alınan her nefesin yarısı yaşam, yarısı ölüm için. Her can üzerinde ölümün parmak izleri vardır.

Israrla unutulmaya ve unutturulmaya çalışılan bir fobiye dönüşse de , alınlarda yazan silinmez bir yaz(g)ıdır ölüm. Rüyadan uyanıp , yeniden doğuşa açılan pencere. Sevgili sevgiliye kavuşturan köprü. Ne oldum değil, ne olacağım diyebilmenin diğer adı.

Her yaşa ve her bedene uyan ilahi kostümdür ölüm. Herkesi aynı iştahla yutan koca bir mide. Güzelce sindirilip vücuda yararlı olmakta var, dışarı atılmakta.

Herkes ölür amma herkes yaşamaz . Ölüm ki, tüm canlıların ortak paydası. Herkes eşit mesafede. İdam edilmek üzere olan birinin ölüme olan yakınlığı, koltuğunda gazetesini okuyarak, kahvesini yudumlayan birinden daha az ya da daha çok değil.

Randevusuz misafirdir ölüm. Yaşamanın hakkını vermenin muteber anahtarıdır. Bir meyvenin çekirdeğini içinde taşıması gibi her an içimizde . Müfredatta ve mevzuatta en asgari ölçüde yer alan zıtlığı ile hayatın merkezinde.

Belki müjde belki lütuf yada ceza ama felaket değil. Asıl felaket öldükten sonra ne olacağını bilmemek. Cemal Süreya ‘nın dediği gibi ; "ölüm bu, kimsenin bağışıklığı yok." Başlayan biter, doğan ölür.

Boğazdan geçmesi zaman alan , yutulması büyük lokmadır ölüm. İki heceli ama çok eko’lu bir kelimedir. İnsana acizliğini kökten duyuran öyle bir sestir ki , en ufak tınısında dünya iştahını kapatıverir. Aklımızı ve kalbimizi tıka basa dolduran sonu gelmez istek ve arzuları, zihnimizi işgal eden menfi duygu ve düşünceleri heybetiyle bir anda sıfırlar.

Ölümün farkındalığı insanı, toplumsal düzenin sıradan bir taşıyıcısı olmaktan kurtarır .

Halil Cibran kendisine ölümü soranlara ‘’ siz yaşamı biliyor musunuz ki ölümü bilesiniz, Yaşama gövdenizi açmadan ölümün sırrına eremezsiniz. Çünkü yaşam ve ölüm birdir’’ demiş .

Bazen ölüm ile imtihan ediliriz. Koca bir karanlık olup her yeri kaplar ölüm. Bütün adımlarımızın önüne çıkar. Çıkışsız bir dehlizde ya da dipsiz bir kuyuda yapayalnız olduğumuzu düşünürüz. Hayata dair bütün tatlar acılaşır, hayata dair bütün anlamlar boşalır, hayata dair bütün görüntüler ölümün karasına bulanır. Sıkılırız, neden yaşadığımızı unutacak kadar sıkılırız. Sıkılarak çoğaltırız ölümün adını. Ve daha yaşarken ölü toprağı serpilir üstümüze.(1)

İnsanın ölüye ve ölünün doğallığına tanık olmasına izin vermeyen , mezarlığı dışarıda kentler imar edilir. Ölüm, zihnin en kuytu köşelerine itmeye çalışılarak onunla yüzleşmek istenmez. Ölen insanlara yaşayan izlenimi vermek için elden gelen arda koyulmaz.

Ölümde sıranın bir gün kendilerine geleceğini bilenler, en güzel yerden mezar yeri satın alıp, orayı kendine hazırlar. Kendini oraya hazırlamak ise , uzun vadeli bir beklemeye alınır. Bu süreç, insanı kendi hakikatinden koparan bir başka girdaba sokar.

‘’ Oruçlu doğar insan ölümün iftar sofrasına ‘’ der Erdem Bayazıt. Ne kadar ötelense, dilsizleştirilse ve öcülense de , yakalardan düşmeyecek tek apolettir öüm. İlacı olmayan ama kendisi ilaç gibi olan hakikat. Gelmesi muhtemelen olana galip olan kesin gerçek. Batış gibi görünen doğuş. Kimisine ayrılık kimisine kavuşma seremonisi.

Ölümü hiçlik, yok oluş gibi değil de “sıfır” sayısı gibi düşünmek en doğrusu. Sıfırı nasıl bir sayının sağına veya soluna yerleştirdiğinizde, onu on defa büyütüyor veya küçültüyorsa, ölüm de, asıl anlamını yaşamın yanında bulur; onu yüceltir veya onun anlamını azaltır, zayıflatır.(2)

Hayat ölüme sormuş ; ‘Neden insanlar beni sever ama seni sevmezler?’ Ölüm anında cevap vermiş: ‘Çünkü sen güzel bir yalansın, ben de acı bir gerçeğim.’ Bu gerçekten kaçmak, kendinden kaçmaktır. Kaçtıkça acı verir, yaklaştıkça dinginlik. Üstad Necip Fazıl’ın ‘’Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber. Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber ? ‘’ dizeleri, ölümün dizlerimize vuran acısını hafifleten muştudur.

Hayatımız boyunca , hep uyurken kapanır göz kapakları, an gelecek o göz kapakları son kez kapanacak . Bu kez uyumak için değil , uyanmak için. Bu uyanışın adı olan ölüm, hiçbir zaman erken ya da geç değildir . Sadece olması gerektiği zamandadır . Nasılsa hiç birimiz bu dünyadan canlı çıkamayacağız . O halde rahat olun , rahat ölün !

Gökhan Özcan / Ruh Yordamı

Erol GÖKA / yenisafak.com